3 Ağustos 2011 Çarşamba

İsmini sahibi koysun, yavruşa ev aranıyor!

arkadaşım dodo'nun sokakta çok hasta vaziyette bulup bir süredir itina ile baktığı yavruş pötibör kedi için yeni bir ev bulması gerekiyor. dodo'nun mesajı;

iki buçuk aydır misafir ettiğimiz bu yavrucuğa uzun süreli bir yuva arıyoruz. mayıs ortasında kendisini bulduğumuzda bir deri bir kemik, yürüyemez haldeydi. antibiyotik tedavisi sonrasında vitamin, amino asid, doğal tozlar vs. takviyesi ile hastalığından toparladı, ve de fotoğraflarda gördüğünüz tatlılık seviyesine geldi. şu an tahminen 6 buçuk aylık ve üç hafta önce kısırlaştırıldı. ben iki üç hafta içinde istanbul'dan taşınıyorum, ve malesef uzun bir süre sabit bir mekanım olmayacak. veterinerin dediğine göre, yavrunun şu anki sağlıklı halini koruması için ev ortamında büyütülmesi çok iyi olurmuş. o yüzden bu tatlı yavrucuğa sahiplenmek isteyecek birilerini arıyorum. lütfen bu emaili ilgileneceğinizi düşündüğünüz tanıdıklarınıza da gönderir misiniz?

sevgiler,

y. doğan telliel
ydtelliel@gmail.com
0532 6917267





3 Şubat 2011 Perşembe

Desibel imtihanı


bunu nereye not edeyim, nereye not edeyim diye diye düşünürken aklıma bu köhne blog geldi...

radikal'in haberi, adana'da mahalli çevre kurulu "çevreye yayılan gürültü için 7-10 desibel sınırı koydu" diyor. desibel oranlarının neye tekabül ettiği kendi başına ilginç, bir de mevzubahis konu özelinde iyice enteresan hale gelmiş durumda. 10 desibel ne ya? yaprak hışırtısı.

10 desibel: Yaprak hışırtısı
20 desibel: Kol saatinin sesi
30 desibel: Fısıldamak
40 desibel: Hafif müzik
45 desibel: Aparmandaki sesler
50 desibel: Yağmur
55 desibel: Normal sohbet
60 desibel: Dikiş makinesi, grub sohbeti (stres sınırı)
65 desibel: Yemekhane sesi
70 desibel: TV, bağırmak, çim biçme makinesi
75 desibel: Trafik gürültüsü
80 desibel: Aşırı trafik gürültüsü; elektrikli süpürge
90 desibel: Korna; kamyon; yüksek sesle horlamak
100 desibel: Motosiklet; disko müziği; daire testere; havalı çekiç
110 desibel: Yakından geçen hızlı tren; walkman; rock konser
120 desibel: Yakından geçen uçak sesi; bağırma rekoru
130 desibel: 20 metre uzaklıkta bir siren; yakından geçen jet uçağı (acı sınırı, kulağına zarar olabilir)
140 desibel: Tüfek sesi; roket fırlatma (AB sınırı)
160 desibel: Top patlaması (kulak zarının patlaması olabilir)

bu arada sonuna bir de soğuk kanlı kaynak notu eklemiş olayım. çevre ve orman bakanlığının çevresel gürültü eylem planı'nda geçen bazı rakamlar;

Reina'nın 2008'de 85,79 desibel, 2009'da 75,42 desibele düşmüş.
Bir referans daha, Sortie 2008'de 78,84, 2009'da 80,13 desibel olmuş.

Adana'nın mahalli çevre kurulu pazarlığı epey alttan açmış, fısıldasınlar bile istemiyorlar. allah yaşama sevincini kaybetmiş insanların gazabından korusun vallahi.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Vicdani Retci İnan'dan Başbakan'a mektup: İdamımı istiyorum

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 18. maddesinde ve ICCPR (Uluslararası Siyasi ve Medeni Haklar Sözleşmesi)’ın 18. maddesinde de belirtildiği gibi düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün meşru bir kullanımı olarak herkesin askerlik hizmetine karşı vicdani ret hakkı vardır. BM bir kez daha devletlere “vicdani retçilere, vicdani retlerinin nedenleriyle uyumlu, savaşçılığı gerektirmeyen, sivil nitelikli, kamuya yararlı ve cezalandırıcı bir yapıda olmayan alternatif hizmetler sunmaları” çağrısını tekrarladı ve devletlerin “vicdani retçileri askerlik hizmetlerini yapmadıkları için hapse mahkûm etmek ve sürekli cezalandırmaktan geri durmaları” gerektiğini vurguladı.

"Ben vicdani retçiyim ve bir gün bile askerlik yapmak istemiyorum" diyen ve bir aydır tutuklu bulunan vicdani retçi İnan Süver, Başbakan'a bir mektup yazdı.

''Size bu mektubu kural ve yönetmeliğine uymadığımdan dolayı diğer mahkumlardan ayrı, tek başıma kaldığım 20 metrekarelik koğuşumdan, gecenin 03.20 sinde, uykusundan çoğu zaman olduğu gibi bağırarak uyanmış, gecenin karanlığında kimsesizlik ve yalnızlık bunalımına düştüğüm anlarda yazıyorum.

23 Temmuz 2001 yılından bu yana ısrarla ve inatla asker edilmek isteniyorum. Oysa ben 3 çocuk babası/inşaat işçisi/kimsenin tavuğuna kiş/kimsenin de kedisine pisi pisi etmemiş/bilerek ince belli kara karıncayı incitmemiş/hep güçsüzden/hep kaybedenden yana olmuş(futbolda bile hep küme düşme tehlikesinde olan takımları tutmuş/asla kimseye hükmetme derdinde olmayan, aynı zamanda kimsenin de emrine girmeyen, yalnız doğmuş, yalnız gömüleceğini bilen, buna göre yaşamak isteyen biriyim. Hal böyle iken 17 bin faili meçhul cinayetin işlendiği/4000 köyün yakıldığı/köylerinden yurtlarından zorla şehirlere göç ettirilen milyonlarca aç perişan yaşamların olduğu/50 000 gencin öldürüldüğü/kardeşin kardeşe düşman edilip kinlendirildiği/milyonlarca gencin ruhsal rahatsızlıklara itildiği/binlercesinin de intiharlara sürüklendiği lanet savaş ve savaşma sanatı denen askerliği yapamıyorum, yapmıyorum, yapmayacağım gibi hiçbir ana kuzusu, tığ gibi, sakalı doğru düzgün çıkmamış gençlerinde yapmasını istemiyorum.

Bu lanet savaşınıza kimsenin, tek bir gencin bile katılmaması için ne gerekiyorsa var gücümle yapacağım. 9 yıldır düştüğüm asker kaçaklığı durumu ile vatandaş olarak hiçbir hakkından yararlanmadım. Sivil ölü olarak çok zor koşularda yaşadım. 3. keredir askeri cezaevine alınıyorum. Özellikle 2003 yılındaki 4 ay hükümlü olarak kaldığım Şirinyer askeri cezaevinde işkence, kötü muamele ve hakaretlere maruz kaldım. İlk ceza evine girişte arama adı ile makatlarımıza kadar kontrol edilip sabah 06.30 dan akşam 07.00'ye kadar zamanda, eğitim, spor ve cezaevi temizliği adı ile hem çalıştırılıp hem coplandık ve başımız eğikti. Çenemiz göğsümüze yapışık vaziyette çalıştırılır coplanırdık. Havalandırmada eğitim diye ayaklarımızı vurdururlardı. Sert vurmayanlar coplanırdı. Banyoya 15, 16 şar kişi olarak toplu ve çıplak götürülürdük. Anlatırken akıl durgunluğu yaşadığım gözümün önünden yıllardır gitmeyen bu uygulamaları yaşadığım bu cezaevindeyim. Burada beni hiçbir mahkumla görüştürmüyorlar.

Zulum etmeyin. Zulmede boyun eğmeyin diyen peygamberin ümmeti olduğumuzu söylüyordunuz. Peki bu çelişki nedir?. Ya olduğunuz gibi ya da göründüğünüz gibi olun diyen Mevlana ile aynı dine mensup olduğunuzu söylüyorsunuz. O zaman bu yalan dolan niye? Kur'an haksız yere kimseyi öldürmeyin diyor. Oysa sizin yetkiniz ile hergün onlarca genç, kadın, çoluk çocuk ölüyor. Yazıktır, günahtır. Yapmayın. İnancınıza sahip çıkacak cesaretiniz yoksa inancınızda sağlam değildir. Daha bir kaç ay evvel, Van Özalp'da evinin önünde oynarken atılan bomba ile ölen çocuğa, daha dün patlayan mayın ile ayakları kesilen 15 aylık bebeğe yazıktır, günahtır. Öyle bir hale geldik ki kimse yaptığı eylemi de kabul etmiyor. Bu ne biçim bir dünya. İnsanlar zevk için toplu katliamlar yapıyor. Oysa eylem yapan sesini duyurmak için yapar/yaptığı eylemi de kimsenin üstlenmesine izin vermez diye bilirdim ben. Demek ki içinde canilik olan biri o bölgede katliam yapıp rahatlıkla birilerinin üzerine atabiliyor.Bu ne biçim bir cehennem aklım almıyor.

Vel hasılı kelam hatırlamışken söyleyeyim. Davullarla zurnalarla halay çeken ailelerin askere gönderdiği bu gençler kimileri gençliklerinin heyecanı kimileri de yine içine düştüğü gençlik bunalımı ile ya firar ediyor/veya gittiği izinden 6 gün geç dönüyor/veya uykusunun ağırlığına dayanamayıp nöbette uyuyor diye Askeri Ceza Kanunları'na göre bunlar 6.5 ay cezaevine atılıyorlar. Sizce bir genç izinden 6 gün geç geldi diye 6.5 ay askeri cezaevine atılması akıl karımı ve bu ceza da askerlikten gitmiyor.

Lütfen şu Milli Savunma Bakanı'nıza bir çimbik atında uyansın uykusundan. ACK da ki yanlışları görsün. Öyle takım elbise giyip lumizinlerde kalabalık korumalar ile şehirden şehre hava atıp durmasın. Bana özel idam kararı verilmesini istiyorum. Yani idamımı istiyorum.''

11 Eylül 2010 Cumartesi

sosyal bilimler ve evrim teorisi

Tam da doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki sıcaklaşan ilişki ve bunun anlamları üzerine düşünme merakım soğurmaya başlamıştı ki, Birikim'in mart-nisan 2010 sayısındaki "Darwin ve Evrim Teorisi" dosyası içinde, m. asım karaömerlioğlu'nun yazısına denk geldim. birden konu, tekrar radarıma girdi, takip etmek üzere not ettiğim kitapları ve yazarları tekrar karıştırdım.

Yazının başlığı "Darwin ve Sosyal Bilimler", meramı tam da bir ara bir arkadaşımla epey dertleştiğimiz üzere, sosyal bilimlerin doğal bilimlere sırtını dönen tavrının artık sürdürülemez olduğu.


Karaömerlioğlu önce evrim düşüncesinin gelişimini anlatıyor. Buna göre Darwin kuşlara, börtü ve böceklere bakarak bir şekilde canlıların çevreye adapte olanlarının “seçilmesi” yoluyla, aşamalı olarak – insan evriminin aşamalı değil de sıçramalı bir mekanizmaya sahip olduğu tezleri de var, ki insanın taklit etme yeteneğinin onu evrimsel süreçte sıçratarak diğer canlılardan çok ileri özellikleri çok hızlı bir şekilde kazanabilmesini sağladığını söyleyen bir tezi hatırlıyorum – türlerin evrildiğini, yeni türlerin doğduğunu ve kimilerinin yok olduğunu söyleyebiliyor. Bu evrimsel mekanizmanın nasıl işlediğine, yani nesiller arası aktarımın nasıl sağlandığına dair bilgi ise ancak biyolojinin DNA’nın yapısını ortaya koymasıyla beraber geliyor, ve ancak bu şekilde evrim teorisi bilimsel gerçekliğinin somut ispatına kavuşuyor.

Yazar daha sonra Darwin’in fikirlerine, farklı ideolojik iklimlerde, belli toplumsal kesimler için ifade ettikleri anlam açısından bakıyor. 19. yüzyıl toplumsal yapısı içinde, toplumsal ilişkileri ilahi ve tanrısal olarak sabitliği varsayımının değişmemesi niyetindeki aristorkrasi ve kilisenin statik doğa ve toplum anlayışına karşılık, “makine, rekabet, imparatorluk, sömürgecilik, laissez faire ve ilerleme çağı”ndai burjuvazinin dinamik ve değişken toplum anlayışı Darwin’in düşüncelerinin de popülerleşmesinin koşullarını sunuyor. Öte yandan, bu popülerleşme, doğa yasalarının ekonomik alana yayıldığı bir dönemde, Darwin’in teorilerinin, kapitalist rekabet, zengin ve yoksul, “geişmiş” ile “ilkel” arasındaki kategorik ayrımlarının meşrulaştırmasnın aracı olarak kullanılmasını getiriyor. Böylece, Darwin’in, canlıların dışsal koşul ve süreçlere adaptasyon seçimleri olarak açıkladığı ve aslında ancak doğal hayatla ilişkisi çerçevesinde “doğal” olan “doğal seçilim”; yine belli koşullar altında, belli kesimlerin belli çıkarları doğrultusunda verdikleri kararların sonuçlarını, bütün insanlık adına “doğallaştırmak” üzere kullanılmış oluyor.


Bu doğallaştırılma yollu suistimal, emperyal politikaların ırkların birbirlerine üstünlüğü ile ilgili ideolojilerini de meşrulaştırma zemini olarak gittikçe yoğun bir şekilde, özellikle faşist Avrupa dönemlerinde kullanıldı. Irkçı tezler o dönemde, sosyal darwinizm ile öyle sıkı bir pozitif korelasyon içinde kullanıldı ki, ırkçılık ile evrim kelimeleri çok sıkı bir “fire together, wire together” hali hasıl etmişler oldular. Ve böylece sosyal bilimler bu mevzulara koca bir 20. yüzyıl boyunca sırtını bir dönmüş, pir dönmüş oldu.

Karaömerlioğlu daha sonra, “sosyal ve doğal olanın bir bütünün farklı veçheleri olduğu düşüncesinin” 20. yüzyıl sosyal bilimlerinde neden revaçta olmadığını, sosyal darwinizmin kirli tarihinin kötü şöhreti dışında, bu dönemin bazı temel sosyal bilim varsayımlarıyla ilişkilendirerek analiz ediyor. Buna göre, özellikle batı medeniyetinde sanayi devrimi ile beraber insanın “biricikliği” üzerine olan sarsılmaz inancın sosyal bilimlerdeki kabulu çok önemli. Bu hakim görüşe göre insan, doğadaki diğer canlılarla bir tutulamayacak kadar özel yeteneklere sahip; zira doğaya hükmedebilecek, kültür ve sanatsal üretim yapabilecek bir zihinsel kapasiteye sahip. Karaömerlioğlu, insanın bu dönemde tüketmekte olduğu doğal kaynakların sınırlarının olabileceğine dair algısının olmayışının, ve bunun aksini ona hatırlatacak beşeri koşulların – küresel ısınma, buzulların erimesi, fosil kaynaklarının tükenmesi - henüz kendini göstermeye başlamamış olmasının, onun kendini doğanın dışında görmesini sürdürebilmesine yardım ettiğini söylüyor. Dolayısıyla insan, kaderinin koşulsuz sahibi olarak, kendini sadece bu hayatta yaşadığı sosyal ilişkiler içinde açıklanabilir görüyor. Doğduğu anda tabula rasa olan insan doğası için, ne kadar biyolojik bir varlık olsa da, tek belirleyici olan içine doğduğu sosyal koşullar içindeki etkileşim süreçleri olarak kabul ediliyor. Bu varsayım, sosyal bilimleri, doğa bilimlerine sırtını fevri bir biçimde dönmeye, ve sosyal olanı anlamak için kelimenin tam anlamıyla sosyal olan verilerden başkasına ihtiyaç duyulamayacağı kabulü noktasına getiriyor.


Öte yandan The Mind and the Brain kitabında Jeffrey M. Schwartz, ve genel olarak neuroplasticity akımı, içinden geldikleri neuroscience ve davranışsal psikoloji disiplinlerine tam da sosyal bilimlerinin yukarıda tarif ettiğimiz eğilimlerinin tersi bir noktadan eleştiri getiriyorlar. Bu eleştiri, neuroscience ve davranışsal psikoloji disiplinlerinin beynin yapısı ve insan davranışı arasındaki ilişkiyi katı mekanik bir nedensellik ilişkisi içinde açıklıyor olmalarına yönelikti. Sosyal bilimlerde insanın tabula rasa halinden tamamen social construction – sosyal koşulların üretimi – süreçleriyle şekillendiği aşırılığına karşın, neuroplasticity tartışmalarında eleştirilen katı maddeci nedenselliğin yol açtığı biyolojik determinizm oldu. Buna karşılık, beynin sinirlerinin değişen şartlara fiziksel olarak adapte olabilme yeteneği (neuroplasticity) ile ilgili her gün öğrenilen yeni bulguların sinir sistemlerimizin çok daha karmaşık ve dinamik süreçlerine ışık tutmasıyla, bilim felsefe için yeni öğrenme maceraları sunuyordu. Neuroplasticitynin anlattığı, beynin, elektro-bilmemne sinyallerinin nöronlarca iletilmesi sonucu farkındalık ve davranış gösteren bir makineden çok daha fazlası olduğuydu. Madde (et ve sinirler bütünü olarak beyin) ile zihin (karar almamızda etkin olan madde ötesi farkındalık) arasındaki ilişki tek yönlü değil, iki yönlü idi. Dolayısıyla, aslında beyin, her gün verdiği kararlar ve kararlarının sonuçları karşısında yeni nörolojik izlekler oluşturuyor, ve bu izlekler yeterince tekrarlanınca bilincimizdeki yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Burada devrimsel olan, nedensellilk ilişkisinde maddenin davranışı yaratmasının tek yönlü belirleyiciliğine karşın, “bilincin” nasıl verdiği henüz bilimsel olarak açıklanamayan kararlalarla maddeyi fiziksel olarak etkilediği, dolayısıyla madde ile bilinç arasındaki etkileşimin karşılıklı olduğu yönündedir.


Schwartz ve neuropasticity akımı, disiplinlerinin felsefi sorularla olan angajman eksikliğini eleştiriyorlar. Onlara göre bu durum 20. yüzyıl boyunca neuroscience ve davranışsal psikolojinin bilimsel olarak körelmesine yol açtı. Zira davranışlarının mekanik anlamda nedenselliğini açıklamakla birlikte, mekanik nedenselliğin yarattığı beklentilerin aksine, hepimizin her gün bireysel deneyimlerimizde şahit olduğu insanın iradi kararlar verebilme kapasitesini – yani klişe tabirle özgür iradesini – tamamen görmezden geliyorlar. Buna karşılık Karaömerlioğlu’nun eleştirisi, sosyal bilimlerin teknik bilim alanındaki gelişmelerle olan angajman eksikliği üzerine. Bir yandan evrimin ırkçı özcülükle özdeşleştirilen kirli tarihi, bir yandan zeitgeiste uygun olarak insanın “biricikliği”ne olan sarsılmaz inanç, doğa bilimlerinin sosyal alanda olan biteni açıklanmasına verebileceği katkının görmezden gelinmesi sonucunu doğurdu. Buna kişisel bir deneyimimden bir örnek verebilirim.

Postmodernist teoriler, meta teorileri harcama pahasına o kadar popülerleşmiş durumdaydı ki, 2003 senesinde aldığım Gürol Irzık’ın Law and Ethics dersinin tartışmalarında hatırlarım, hocanın provakatif bir örnek olarak ortaya attığı “bir bebeğin doğduğunda öldürülmesi sizce her hangi bir zamanda yaşayan her hangi bir toplumda, ahlaki olarak kabul edilebilir mi?” sorusu karşısında, ahlaki olanın göreceliliği konusunu tamamen çevresel koşullara bırakarak normalleştirmiş koca bir sınıf söz konusuydu. Bu popüler anlayışta, insan doğasına dair bilimsel bir merak bile duymak abesle iştigaldi. Öyle beşeri koşullar olabilirdi ki, toplum nüfusunu kontrol altında tutmak için doğan bebeklerin belli oranının öldürülmesi, bir toplumda ahlaken normalleştirilebilirdi. Kabul, böyle toplumlar varolabilir dahi. Peki, bu “neye göre, kime göre” göreceliliğinin ötesinde, sorulan soruya iç güdüsel olarak ilk anda verdiğimiz “hayır” tepkisini ne yapacağız? Belki insan doğasına, evrim teorisine, quantum fiziğine, insan beyninin sinirsel yapısına, bilim felsefesine ve medeniyetler tarihine yapılacak yolculuklar bize bu konuda ipuçları verebilir. Niye bu merakları, daha iyi bir toplum arayışı ile bir araya getirme çabasından geri duralım? Hatat şunu rahatlıkla iddia edebilirim; insanın biricikliğine dair sarsılmaz inanç, ancak, insan doğasının daha iyi anlaşılabilmesi yoluyla olabilir, zira ancak bu derin kavrayış "biriciklik" vasfının sadece insanlara has bir durum olmadığını anlatabilir.


Nihayetinde, doğal ve beşeri, evrensel ve göreceli gibi dikotomik kavrayışlar, bana öyle geliyor ki, bizim bütünsel gerçekliği ancak parçalardan yola çıkarak tarif edebilir olmamızın yarattığı bir karmaşıklık. Bunda, zamanın ruhunun, ortaya atılan buluşların paradigmasını belirlemesiyle ilgisi olsa gerek. Her neyse, Karaömerlioğlu yazısını 21. yüzyıl için ortaya attığı dört adet “evrimsel” tez ile bitiriyor. İlki, en çok katıldığım olanı; doğa ve sosyal bilimlerin birbirlerine daha çok yaklaşacakları, ikili karşıtlıklar üzerinden kurulmuş bir zihniyet dünyasının her düzeyde bütünleşmeye doğru gideceği, ve bu bütünleşmeyi sağlayacak köprülerin büyük ölçüde evrim teorisi üzerinden kurulacağı üzerine. Diğerleri ve makalenin geri kalanı için Birkim’in mart-nisan 2010 sayısını almanız gerekecek.

29 Temmuz 2010 Perşembe

neuroplasticity ve quantum


bir yanda neuroplasticity, bir yanda quantum mechanics. üzgünüm, bu terimleri o kadar fazla ingilizce görüyorum ki, türkçesini yazmak doğal gelmiyor. quantum teorisi diyor ki parçacıkların davranışları ihtimaller formülüdür, belirlilikler formülü değil. ihtimaller ise ancak deneyimlendikleri vakit ihtimal olmaktan çıkıyorlar. bunun adi, wave function collapse. wave function, parçanın davranış ihtimalinin kuralı. bu ihtimaller varlığına superposition deniyor. ihtimaller “collape” olduğunda, yani seslisözlük çevirisine göre "yıkıldığında" ya da "çöktüğünde", davranış bir ihtimal olmaktan çıkıyor. ihtimal olmaktan çıkıp, gerçeklik mi oluyor yani? "maddenin ihtimal hali gerçeklik değil mi?" sorusunu getireceği için burasına giremiyorum. sadece ihtimal çöküyor ve tek bir alternatife "yıkılıyor".

dolayısıyla, quantumun belirleyici donesi, klasik bilim dünyasında bilimsel done olmasına hiç alışık olmadığımız "observation", yani gözlem faaliyeti oluyor. böylece, gözlem yapan deneyin dışında olmaya devam edemiyor, bir parçası haline geliyor. buradan şu noktaya geliyoruz; maddeyi deneyimleyerek (ben madde demeye devam ediyorum, öyle alışmışım, şu noktada artık her şeye enerji denmeye başlanabilir de herhalde) gerçeklik algıları yaratıyoruz. deneyimlerimizin izleklerini hem iç hem dış faktörler ile - ki bunların ne olduğu ve karşılaştırmalı etkileri ayrı bir konu - sürekli güncelleme suretiyle, gerçeklik algımızı tekrar ve tekrar oluşturuyoruz.

aman ha, pazarlamacı mantıkların kısayoldan yaratmaya bayıldıkları heyecanlardan kaçmak lazım. misal; "kaderinize siz ve sadece siz sahipsiniz". farklı bir bağlamda akla yatkın gelebilecek bir ifade belki, fakat kişisel gelişim mantığının insanlardan para kazanma sevdasıyla, belli bir motivasyona dönük paketi içinde inandırıcılığını yitiriyor.

dolayısıyla gerçeklik algısı dediğimiz şey, izlekler bütünüdür. sormayı tercih ettiğimiz sorular sürekli ilişkisel bir beraberlik içinde geçmiş deneyimlerimizi biriktirirken, biz bu geçmişten ne tamamen bağımsız ne tamamen bağımlı, yeni dönem neuroscientistlerin "mind-power" dediği irade ile yeni sorular sormaya devam ediyoruz.

quantum teorisi bu soru sorabilme kapasitemizin kaynağını açıklamasa da, bu kapasitemizin beynin mekanik işleyişinden bağımsız olarak var olabildiğini felsefi bir boyutta açık tutuyor. bunun yanında nöro-psikoloji alanındaki çalışmalar, insanların yoğunlaşma ve davranış değiştirme gibi yollarla bilinçlerini arttırmalarının beyinlerinde fiziksel olarak, tekrar ediyorum fiziksel olarak, plastisite adı verilen dönüşümler yarattığını gösteriyor. yani beyin ölçeğinde görüldü ki, maddi olmayan olarak anlaşılagelmiş olan bilinç, maddi olarak gözlemleyeldiğimiz beyni fiziksel olarak değiştirme kapasitesine sahip. bu sonuç, maddiyat algımızı sorgulamamız gerektiğini gösteriyor, zira maddi olmayanın maddi olanı dönüştürmesini iddia etmek mümkün değil.

demek ki, there is more to the world then meets our senses. bu da bilimde koccccaaa bir paradigma kayması anlamına geliyor anlaşılan – o ünlü bilim felsefecisi thomas kuhn’un çok bahsettikleri paradigm shift bundan başkası olmasa gerek. diyorlar ki, “newton connected celestrial motions with terrestrial motion. maxwell unified light and electromagnetism, einstein did it for space and time. quantum theory makes exactly this kind of connection, between the objectice physical world and subjective experiences.”

hey maşallah, haydi bakalım daha neler göreceğiz.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

beyin, evren ve "unified theory"


şu aralar ciddi şekilde beyine sarmış durumdayım. 1,5 kilogram ağırlığındaki bu et parçası, 10 milyar civarı nöron ve bunların akıl almaz sayı ve hızda elektro-kimyasal etkileşim sistemine ev sahipliği yapıyor. fiziksel yapısı gittikçe daha fazla ve büyük bir netlikte anlaşılmaya başlanan beynin bana heyecan veren tarafı, pek kafamın basmadığı quantum mevzuunda olduğu gibi, hatta onunla tamamen ilişkili bir şekilde, doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki yapay sınırları ortadan kaldırmaya doğru yeni bir felsefi anlayışın sınırlarına yolculuk fırsatı sunması. biz denyo sosyal bilimciler, sezgisel/işkembesel doğrularımızla daha derinden bir bağ kurmak istiyorsak, kanımca doğa bilimleriyle daha ilişkili olmalıyız.

doğa bilimleriyle sosyal bilimlerin aralarındaki ontolojik çelişkilerin yıkılmaya başlaması, aynı zamanda evrenin tek bir "unified theory" ile tanımlanabileceğine olan sezgisel inancı da destekler gibime geliyor. sanırım bu bilimsel aydınlanma sürecinin aynı "teklik" iddiasını taşıyan dini inanışlar veya militan maddiyatçı bilim felsefelerinden farkı, açıklanabilen ile açıklanamayan arasındaki farkı kabul etmesi.

insanlığın evreni tek bir kural, tek bir yasayla açıklama çabasına dair harika bir panel; World Science Festival 2008: Beyond Einstein