11 Eylül 2010 Cumartesi

sosyal bilimler ve evrim teorisi

Tam da doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki sıcaklaşan ilişki ve bunun anlamları üzerine düşünme merakım soğurmaya başlamıştı ki, Birikim'in mart-nisan 2010 sayısındaki "Darwin ve Evrim Teorisi" dosyası içinde, m. asım karaömerlioğlu'nun yazısına denk geldim. birden konu, tekrar radarıma girdi, takip etmek üzere not ettiğim kitapları ve yazarları tekrar karıştırdım.

Yazının başlığı "Darwin ve Sosyal Bilimler", meramı tam da bir ara bir arkadaşımla epey dertleştiğimiz üzere, sosyal bilimlerin doğal bilimlere sırtını dönen tavrının artık sürdürülemez olduğu.


Karaömerlioğlu önce evrim düşüncesinin gelişimini anlatıyor. Buna göre Darwin kuşlara, börtü ve böceklere bakarak bir şekilde canlıların çevreye adapte olanlarının “seçilmesi” yoluyla, aşamalı olarak – insan evriminin aşamalı değil de sıçramalı bir mekanizmaya sahip olduğu tezleri de var, ki insanın taklit etme yeteneğinin onu evrimsel süreçte sıçratarak diğer canlılardan çok ileri özellikleri çok hızlı bir şekilde kazanabilmesini sağladığını söyleyen bir tezi hatırlıyorum – türlerin evrildiğini, yeni türlerin doğduğunu ve kimilerinin yok olduğunu söyleyebiliyor. Bu evrimsel mekanizmanın nasıl işlediğine, yani nesiller arası aktarımın nasıl sağlandığına dair bilgi ise ancak biyolojinin DNA’nın yapısını ortaya koymasıyla beraber geliyor, ve ancak bu şekilde evrim teorisi bilimsel gerçekliğinin somut ispatına kavuşuyor.

Yazar daha sonra Darwin’in fikirlerine, farklı ideolojik iklimlerde, belli toplumsal kesimler için ifade ettikleri anlam açısından bakıyor. 19. yüzyıl toplumsal yapısı içinde, toplumsal ilişkileri ilahi ve tanrısal olarak sabitliği varsayımının değişmemesi niyetindeki aristorkrasi ve kilisenin statik doğa ve toplum anlayışına karşılık, “makine, rekabet, imparatorluk, sömürgecilik, laissez faire ve ilerleme çağı”ndai burjuvazinin dinamik ve değişken toplum anlayışı Darwin’in düşüncelerinin de popülerleşmesinin koşullarını sunuyor. Öte yandan, bu popülerleşme, doğa yasalarının ekonomik alana yayıldığı bir dönemde, Darwin’in teorilerinin, kapitalist rekabet, zengin ve yoksul, “geişmiş” ile “ilkel” arasındaki kategorik ayrımlarının meşrulaştırmasnın aracı olarak kullanılmasını getiriyor. Böylece, Darwin’in, canlıların dışsal koşul ve süreçlere adaptasyon seçimleri olarak açıkladığı ve aslında ancak doğal hayatla ilişkisi çerçevesinde “doğal” olan “doğal seçilim”; yine belli koşullar altında, belli kesimlerin belli çıkarları doğrultusunda verdikleri kararların sonuçlarını, bütün insanlık adına “doğallaştırmak” üzere kullanılmış oluyor.


Bu doğallaştırılma yollu suistimal, emperyal politikaların ırkların birbirlerine üstünlüğü ile ilgili ideolojilerini de meşrulaştırma zemini olarak gittikçe yoğun bir şekilde, özellikle faşist Avrupa dönemlerinde kullanıldı. Irkçı tezler o dönemde, sosyal darwinizm ile öyle sıkı bir pozitif korelasyon içinde kullanıldı ki, ırkçılık ile evrim kelimeleri çok sıkı bir “fire together, wire together” hali hasıl etmişler oldular. Ve böylece sosyal bilimler bu mevzulara koca bir 20. yüzyıl boyunca sırtını bir dönmüş, pir dönmüş oldu.

Karaömerlioğlu daha sonra, “sosyal ve doğal olanın bir bütünün farklı veçheleri olduğu düşüncesinin” 20. yüzyıl sosyal bilimlerinde neden revaçta olmadığını, sosyal darwinizmin kirli tarihinin kötü şöhreti dışında, bu dönemin bazı temel sosyal bilim varsayımlarıyla ilişkilendirerek analiz ediyor. Buna göre, özellikle batı medeniyetinde sanayi devrimi ile beraber insanın “biricikliği” üzerine olan sarsılmaz inancın sosyal bilimlerdeki kabulu çok önemli. Bu hakim görüşe göre insan, doğadaki diğer canlılarla bir tutulamayacak kadar özel yeteneklere sahip; zira doğaya hükmedebilecek, kültür ve sanatsal üretim yapabilecek bir zihinsel kapasiteye sahip. Karaömerlioğlu, insanın bu dönemde tüketmekte olduğu doğal kaynakların sınırlarının olabileceğine dair algısının olmayışının, ve bunun aksini ona hatırlatacak beşeri koşulların – küresel ısınma, buzulların erimesi, fosil kaynaklarının tükenmesi - henüz kendini göstermeye başlamamış olmasının, onun kendini doğanın dışında görmesini sürdürebilmesine yardım ettiğini söylüyor. Dolayısıyla insan, kaderinin koşulsuz sahibi olarak, kendini sadece bu hayatta yaşadığı sosyal ilişkiler içinde açıklanabilir görüyor. Doğduğu anda tabula rasa olan insan doğası için, ne kadar biyolojik bir varlık olsa da, tek belirleyici olan içine doğduğu sosyal koşullar içindeki etkileşim süreçleri olarak kabul ediliyor. Bu varsayım, sosyal bilimleri, doğa bilimlerine sırtını fevri bir biçimde dönmeye, ve sosyal olanı anlamak için kelimenin tam anlamıyla sosyal olan verilerden başkasına ihtiyaç duyulamayacağı kabulü noktasına getiriyor.


Öte yandan The Mind and the Brain kitabında Jeffrey M. Schwartz, ve genel olarak neuroplasticity akımı, içinden geldikleri neuroscience ve davranışsal psikoloji disiplinlerine tam da sosyal bilimlerinin yukarıda tarif ettiğimiz eğilimlerinin tersi bir noktadan eleştiri getiriyorlar. Bu eleştiri, neuroscience ve davranışsal psikoloji disiplinlerinin beynin yapısı ve insan davranışı arasındaki ilişkiyi katı mekanik bir nedensellik ilişkisi içinde açıklıyor olmalarına yönelikti. Sosyal bilimlerde insanın tabula rasa halinden tamamen social construction – sosyal koşulların üretimi – süreçleriyle şekillendiği aşırılığına karşın, neuroplasticity tartışmalarında eleştirilen katı maddeci nedenselliğin yol açtığı biyolojik determinizm oldu. Buna karşılık, beynin sinirlerinin değişen şartlara fiziksel olarak adapte olabilme yeteneği (neuroplasticity) ile ilgili her gün öğrenilen yeni bulguların sinir sistemlerimizin çok daha karmaşık ve dinamik süreçlerine ışık tutmasıyla, bilim felsefe için yeni öğrenme maceraları sunuyordu. Neuroplasticitynin anlattığı, beynin, elektro-bilmemne sinyallerinin nöronlarca iletilmesi sonucu farkındalık ve davranış gösteren bir makineden çok daha fazlası olduğuydu. Madde (et ve sinirler bütünü olarak beyin) ile zihin (karar almamızda etkin olan madde ötesi farkındalık) arasındaki ilişki tek yönlü değil, iki yönlü idi. Dolayısıyla, aslında beyin, her gün verdiği kararlar ve kararlarının sonuçları karşısında yeni nörolojik izlekler oluşturuyor, ve bu izlekler yeterince tekrarlanınca bilincimizdeki yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Burada devrimsel olan, nedensellilk ilişkisinde maddenin davranışı yaratmasının tek yönlü belirleyiciliğine karşın, “bilincin” nasıl verdiği henüz bilimsel olarak açıklanamayan kararlalarla maddeyi fiziksel olarak etkilediği, dolayısıyla madde ile bilinç arasındaki etkileşimin karşılıklı olduğu yönündedir.


Schwartz ve neuropasticity akımı, disiplinlerinin felsefi sorularla olan angajman eksikliğini eleştiriyorlar. Onlara göre bu durum 20. yüzyıl boyunca neuroscience ve davranışsal psikolojinin bilimsel olarak körelmesine yol açtı. Zira davranışlarının mekanik anlamda nedenselliğini açıklamakla birlikte, mekanik nedenselliğin yarattığı beklentilerin aksine, hepimizin her gün bireysel deneyimlerimizde şahit olduğu insanın iradi kararlar verebilme kapasitesini – yani klişe tabirle özgür iradesini – tamamen görmezden geliyorlar. Buna karşılık Karaömerlioğlu’nun eleştirisi, sosyal bilimlerin teknik bilim alanındaki gelişmelerle olan angajman eksikliği üzerine. Bir yandan evrimin ırkçı özcülükle özdeşleştirilen kirli tarihi, bir yandan zeitgeiste uygun olarak insanın “biricikliği”ne olan sarsılmaz inanç, doğa bilimlerinin sosyal alanda olan biteni açıklanmasına verebileceği katkının görmezden gelinmesi sonucunu doğurdu. Buna kişisel bir deneyimimden bir örnek verebilirim.

Postmodernist teoriler, meta teorileri harcama pahasına o kadar popülerleşmiş durumdaydı ki, 2003 senesinde aldığım Gürol Irzık’ın Law and Ethics dersinin tartışmalarında hatırlarım, hocanın provakatif bir örnek olarak ortaya attığı “bir bebeğin doğduğunda öldürülmesi sizce her hangi bir zamanda yaşayan her hangi bir toplumda, ahlaki olarak kabul edilebilir mi?” sorusu karşısında, ahlaki olanın göreceliliği konusunu tamamen çevresel koşullara bırakarak normalleştirmiş koca bir sınıf söz konusuydu. Bu popüler anlayışta, insan doğasına dair bilimsel bir merak bile duymak abesle iştigaldi. Öyle beşeri koşullar olabilirdi ki, toplum nüfusunu kontrol altında tutmak için doğan bebeklerin belli oranının öldürülmesi, bir toplumda ahlaken normalleştirilebilirdi. Kabul, böyle toplumlar varolabilir dahi. Peki, bu “neye göre, kime göre” göreceliliğinin ötesinde, sorulan soruya iç güdüsel olarak ilk anda verdiğimiz “hayır” tepkisini ne yapacağız? Belki insan doğasına, evrim teorisine, quantum fiziğine, insan beyninin sinirsel yapısına, bilim felsefesine ve medeniyetler tarihine yapılacak yolculuklar bize bu konuda ipuçları verebilir. Niye bu merakları, daha iyi bir toplum arayışı ile bir araya getirme çabasından geri duralım? Hatat şunu rahatlıkla iddia edebilirim; insanın biricikliğine dair sarsılmaz inanç, ancak, insan doğasının daha iyi anlaşılabilmesi yoluyla olabilir, zira ancak bu derin kavrayış "biriciklik" vasfının sadece insanlara has bir durum olmadığını anlatabilir.


Nihayetinde, doğal ve beşeri, evrensel ve göreceli gibi dikotomik kavrayışlar, bana öyle geliyor ki, bizim bütünsel gerçekliği ancak parçalardan yola çıkarak tarif edebilir olmamızın yarattığı bir karmaşıklık. Bunda, zamanın ruhunun, ortaya atılan buluşların paradigmasını belirlemesiyle ilgisi olsa gerek. Her neyse, Karaömerlioğlu yazısını 21. yüzyıl için ortaya attığı dört adet “evrimsel” tez ile bitiriyor. İlki, en çok katıldığım olanı; doğa ve sosyal bilimlerin birbirlerine daha çok yaklaşacakları, ikili karşıtlıklar üzerinden kurulmuş bir zihniyet dünyasının her düzeyde bütünleşmeye doğru gideceği, ve bu bütünleşmeyi sağlayacak köprülerin büyük ölçüde evrim teorisi üzerinden kurulacağı üzerine. Diğerleri ve makalenin geri kalanı için Birkim’in mart-nisan 2010 sayısını almanız gerekecek.